4 Ocak 2016 Pazartesi

Bence...

Yapamayacağınız sözler vermeyin.
Kendinizi olduğunuzdan farklı göstermeye çalışmayın.
Baskı kurmayın.
Dikte etmeyin.
Kimseyi kırmayın.
Özür dilemenin ayıp ya da utanılacak bir şey olmadığını kabul edin.
Kendinize güvenin.
Gülümseyin.
Sabredin.
Sevin.
Özleyin.
Aşık olun.
Kendinizi, kendi duvarlarınız ve sınırlarınız içine hapsetmeyin.
Enerjinizi ve kendinize güveninizi kaybetmenize sebep olacak olay ve kişilerden uzak durun.
Bir şeyleri sizden iyi bilecek birileri olduğunu kabul edin.
İnsanları küçük ya da kendinizi onlardan büyük görmeyin.
Paranın birçok kapıyı açabileceğini ama aynı zamanda birçok kapıyı kapatabileceğini de unutmayın.
Belli bir konuda uzmanlaşın.
Değiştirmelerine izin vermeyin.
Direnin.
Dayanın.
Gülümseyin.



1 Haziran 2014 Pazar

Ahmet Abi.

Ne zaman kendimi güçlü hissetmek istesem, şansın yanımda olmasını diliyor olsam arka fonda hep Ahmet abi çalıyordu...

Üniversite son sınıfta tezimi yazarken, okuduğum tüm kitapları "beni vur, beni onlara verme" psikolojisi ile okuyup yazdım. O, bunu düşünerek mi seslendiriyordu bilmiyorum ama çoğu zaman ben şarkılarını düşünmek istediğim şekilde düşündüm sanırım. O kadar nefret ediyordu ki ölmeyi göze alıyordu işte.

Ne zaman sınıf ayrılıkları yüreğimi yaksa, alın teriyle ekmeğini kazanan bir insanın canı yansa "bu ne çıldırtan denge, yaprak döker bir yanımız, bir yanımız bahar bahçe" dedim. Roboski'de onlarca canın ölümünden sonra yılbaşı eğlencesi yapanları görünce de bu sözü mırıldandım mesela.

Gezi'de çok korkuyorken de, kaçıyorken de, ağlıyorken de ve hatta gülüyorken de aklımdan hep O'nun da bu parkta bizimle olması gerektiğini geçirdim. Bize canlı canlı şarkı söyleyeceğine inanıyordum, bize yine güç verecekti.

Rakı masasında O'nu anmayan var mı? Hiç sanmıyorum. Anmamak olmaz ki... Belki de mesajlar attık "kendine iyi bak beni düşünme, su akar yatağını bulur" Kim bilir?

Ah be Ahmet abi. Şimdi yine güce ve şansa ihtiyacım olduğunu hissettiğim bir dönemdeyim. Bir baktım ki söylüyorsun arkadan usul usul. Teşekkür ederim abi.

25 Mart 2014 Salı

Tembellik Hakkı vs. Çalışmama Özgürlüğü

Aşağıda okuyacağınız hezeyan, alanı ne olursa olsun uzun saatler boyunca çalıştırılan ve çalışmaktan nefret eden herkese aittir.

Arkadaşlar ben çalışmak istemiyorum. Üniversite 2. ya da 3. sınıfta adını hatırlayamadığım bir dersin konusu idi tembellik hakkı. Kürsüde hoca insanların "tembellik hakkı" olması gerektiğini anlatıyordu. Ne yalan söyleyeyim ilk başta komik bulmuştum. Öğrencisin tabii, ne anlarsın ki çalışmaktan. İnsan hep uzak olduğu hayatın hayalini kuruyor, "çalışsam da para kazansam." 

Bu hayata neden geldiğimi oturup sorguladığımda, karşıma "çalışmak" dışında başka bir opsiyon çıkmıyor. Çünkü ne yazık ki mümkün değil. Halbuki her gün raflarda okunması gereken kitaplar birikiyor, nice filmler çekiliyor, doğanın ve tarihin bize sunduğu güzellikler biz göremeden insanlar tarafından tahrip ediliyor. 

Mesela, bu hayat herkesin dediği gibi sadece 1 kez gelinebilen bir yer ise, ben bütün gün kitap okumak, yürüyüş yapmak, canımın istediği saatte uyanıp istediği saatte uyumak, spor yapmak istiyorum. Ama ne mi yapıyorum? Her gün aynı saatte uyanıyorum, ofise gidiyorum. Ofise girerken suratımda var olan ifade bile değişmiyor hiç. Hep aynı... Ofisten çıkıyorum, gücüm kalmışsa insanlara vakit ayırıyorum ya da eve geliyorum. Duş alıyorum, ertesi gün çalışabilmem için yeterli olacak enerjiyi biriktirmeye çalışıyorum. 

Eee peki, para? Sorun oradan çıkıyor belki de... İnsan belli bir yaşa gelince anneden, babadan para istemeye utanıyor tabii ki, hem de nereye kadar isteyeceksin canım? Aslında ufak bir hesap yaptığımda çok paraya ihtiyacım olmadığı kanaatine vardım. Biraz daha az ayakkabı, biraz daha az gömlek... Şöyle her ay 500 - 600 TL arası bi parayla çok ama çok rahat geçinirim. Statü falan da hiç umrumda olmaz. 

Hiç kimse de babasının hayrına her ay çıkarıp bu parayı bana verecek değil elbette. Heh işte konu geldi taleplerime... Peki, ben ne istiyorum?

Örneğin, gün içinde kendimi küçük bir kafese kapatılmış gibi hissetmemek istiyorum. Yaptığım işin tamamen yaratıcılığa dayalı olduğunun fark edilmesini, istersem evden, istersem kafeden de çalışarak yapabileceğimin herkes tarafından kabul edilmesini istiyorum. Kısaca, siz işin ne zaman teslim edileceğini bana söyleyin, gerisine karışmayın. Ama bilin ve emin olun ki, o iş, o tarihte sizin elinizde olacak. 

Teşekkürler,

Not: Eh, elimden geldiğince metin yazarlığı yapıyorum.

25 Şubat 2014 Salı

13 Gece 14 Gün İtalya!

10 Şubat sabahı alarmla beraber ilk kez sızlanmadan kalkıyorum. Kapının önünde duran bavulumu ve sırt çantamı görüp hızlıca hazırlanmaya başlıyorum. 12.40 uçağı ile Milano bizi bekliyor. İstanbul trafiği hiç olmadığı kadar sevimli, parayı bozmama konusunda problem çıkaran taksici bile sinirimi bozamıyor. 5 aydır her adımı heyecanla planlanan tatilimiz nihayet gerçekleşiyor. Uçağa bindiğimizde içimden derin bir ohh çekiyorum.

Yağmurlu ve soğuk Milano karşılıyor bizi, tahmin etmiş olmamıza rağmen "keşke yağmasaydı" diyoruz ama yapacak bir şey yok. Hiçbir şey moralimi bozamaz artık, İtalya'dayım! Havaalanı Milano merkeze biraz uzak, kişibaşı 5 € olan otobüse binip gidiyoruz. İlk günün acemiliği diyelim gidip 3,5 € karşılığında harita alıyoruz. Harita o kadar büyük ki elbette kalacağımız yeri bulamıyoruz. Turist Bilgilendirme ofisine gidip soruyoruz ve tam da işimize yarayacak haritayı onlar zaten elimize tutuşturuyor. Rezervasyon yaptırdığımız otele metroyla ulaşmamız gerekiyor, 24 saat sınırsız kullanabileceğimiz metro bileti 4,5 €. Milano treni o kadar güzel tasarlanmış ve renklerle ayrılmış ki kısa sürede her yere nasıl ulaşacağımızı çözüyoruz.

Sanırım 15 günlük tatilimiz boyunca en ucuza kaldığımız yer Milano'da. 2 kişi sadece ve sadece 28 € ödedik :) B&B Di Nuova Vista, Udine metro durağına çok yakın. Uzakdoğulu bir aile işletiyor. Tatilimiz boyunca tek dikkat ettiğimiz şey kaldığımız yerlerin sadece temiz olmasıydı. Lüks ve şık odalar arayışında olmadığımız için de karşılaştığımız manzara bizi mutsuz etmedi. 2 yatak ve 1 dolap :) İnterneti son derece iyiydi. Bavulları bırakıp hemen dışarı çıktık, Milano'nun gösterişli sokaklarında biraz üşüyerek biraz da ıslanarak gezdik. Henüz ilk gün olduğu için miydi ya da çok mu karnım acıkmıştı bilmiyorum ama sanırım en lezzetli pizzayı Milano'da yedim. 2 pizza ve 1 litrelik suya 28 € ödedik. Bol bol fotoğraf çekip dolaştıktan sonra otele geri dönüyoruz. 

Kesinlikle abartmıyorum saat 7 buçukta mutfaktan gelen kahve kokusuna uyanıyoruz. Kruvasanlarımızı yiyip kahvelerimizi içtikten sonra hemen çıkıyoruz. İstikamet Venedik!

İtalya'ya gitmeden önce o kadar çok insandan pahalı olduğunu duydum ki gördüğüm etiketler karşısında hayretler içindeyim. İtalya çok ucuz! Venedik'e gitmeyi düşünenlere tek tavsiyem tren istasyonuna yakın bir otelde konaklamaları. Gittiğiniz bir yeri yeniden bulmak neredeyse imkansız! Biz bu konuda şanslı çıktık, Hotel Adua tren istasyonuna o kadar yakın ki, oteli bulacağız derken kaybolmadık. Kaldığımız yerler içinden benim en fazla sevdiklerim arasında. Tek kötü yanı ise wi-fi olmayışı. Zaten Venedik'in ara sokaklarında öyle çok dolaşıyor, yürüyoruz ki saat 20'de uyuyakalıyoruz. 

Ertesi gün tren ile Verona'ya geçiyoruz ama kalmayacağız. Verona'ya bayıldım! Bir şehirde her şey nasıl bu kadar düzenli olur hala aklım almıyor. Sokaklarında tek bir ses yok, caddeye adımınızı attığınız an tüm arabalar durup size yol veriyor, tüm sokaklar kolejden çıkmış 16 -17 yaşlarında genç dolu. Burayı üzülerek yazıyorum ki neredeyse hepsi sigara içiyor :( Uzun süre Verona'da mı yaşamak isterim yoksa Salerno ya da Floransa'da mı karar veremiyorum. Hala da karar vermiş sayılmam. Sanırım Verona bu tarz gezilerde İtalya'nın atlanan şehri. Aman siz sakın böyle bir hata yapmayın, mutlaka görün.

Tarihin ve modanın el ele verip büyüleyen şehri Floransa'ya geliyoruz. 2 gece Hotel Etruşka, 1 gece de Hotel Aline'de kalıyoruz. Buraya ne yazarsam yazayım Floransa'yı anlatamam gibi geliyor. Gündüz başka, akşam bambaşka bir havaya sahip Floransa. Lezzetli yemekler yiyor, alışveriş yapıyor, üniversitenin önünde özgürce oturuyoruz. Zaten gezdiğimiz her sokak bir açık hava müzesi olduğu için kültürel zenginliğinden hiç bahsetmiyorum bile. Floransa'da kaldığımız bir gün Pisa'yı görmeye gidiyoruz. Hep Pisa'dan başka görülecek bir şey olmadığını söylerlerdi doğruymuş ama Pisa çok güzel! Pisa manzaralı olmasına rağmen yemekler de çok ucuz.

Merhaba Napoli, merhaba karışıklık! Eminim ki seveni çoktur ama ben Napoli'den çok korktum. Booking'den rezervasyon yaptığımız B&B Hotel'e gidiyoruz fakat kimse kapıyı açmıyor. Mecburen başka bir otele gitmek zorunda kaldık ve tercihimiz hemen merkezde olan Covour Hotel oldu. Odaya çıktığımızda mükemmel bir teras ve kusursuz bir Napoli manzarası bizi karşılıyor. 60 € verdik ama değdi. Napoli yukardan çok güzel ama aşağı inince bambaşka :) Napoli'de 1 geceden daha fazla kalmak istemiyoruz ve ertesi gün hemen Salerno'ya geçiyoruz.

Ufacık bir sahil kasabası. İnsanlar spor yapıyor, bisiklete biniyor, gülümsüyor. Salerno insanı çok sıcakkanlı. Kendimizi oraya ait hissediyoruz. 1 gece kalacakken birden karar değiştirip 2 gece orada kalıyoruz. Virajlı ve tehlikeli bir yolculuk sonunda günübirlik Amalfi'ye gidiyoruz. Minik renkli evlerine herhangi bir yaz tatilinde yeniden ziyaret etme sözü veriyorum içimden, bunu hak ediyor. Dönüş zamanı yaklaştıkça enerjim düşüyor ve son durak Roma'dayız.

Son durak olduğunu bilmenin hüznü sebebiyle mi bilmiyorum ama Roma'ya alışamadım :) Elbette her insan gibi Vatikan karşısında elim ayağım birbirine dolaştı, içinin büyüklüğü karşısında küçük dilimi yuttum; Aşk Çeşmesi'nden aşk diledim, para attım. Roma'da kafanızı nereye çevirirseniz çevirin bir "wow" hak eden yapı görüyorsunuz. Ee dile kolay Roma! 

Uzun lafın kısası aylarca üzerinde hayal kurduğum İtalya tatilimin sonuna geldik. İstanbul zaten tahammül edilmesi çok ama çok zor bir şehirdi fakat artık her şey daha zor. İnsanların dünyanın herhangi bir yerinde sadece kahve ve kruvasanla mutlu olduğunu gördükten sonra, ayakkabı kutularına milyonlar saklayan insanların bulunduğu ülkeme dönmek çok ağır geldi. Bir yerlerde hayat o kadar düzenli ve güzel ki, bu kaos hepimizi yiyip bitiriyor farkında değiliz. 




11 Ocak 2014 Cumartesi

Bencillik Etme, Şanslısın!

Öyle insanlar görüyorum ki her an şikayet ediyor. Mutsuzluklarını dile getirip, hayattan umudunu kesmiş cümleler kuruyor. Dur bir saniye, ferahla, şanslısın diyorum; hayır! diyerek sözümü kesiyor, "şanslı değilim..."

Şanslısın, neden mi?

Çünkü sadece bugün 29.482 kişi açlıktan öldü.

Şanslısın, neden mi?

Çünkü 755.097.951 kişi içecek suya ulaşamıyor.

Dünyada 45 milyon kişi, senin elinin tersiyle ittiğin gazeteleri, kitapları okuyamıyor. Baharın geldiğini anladığın çiçeklerin rengini bilmiyor. Bulutları hayvanlara, çizgi filmlere, aşık olduğu insana benzetemiyor. 45 milyon kişi görmeden aşık oluyor.

Çılgınca dans ettiğin, hani şu son dönemin en meşhur şarkıları var ya... İşte, 600 milyonu aşkın kişi onu DUYAMIYOR! Açıp bir Ahmet Kaya şarkısında dertlenemiyor bu insanlar. 

74.298 adet yeni kitap basılmış bu yıl. Dünyada ise 800 milyonu aşkın yetişkin okuma-yazma bilmiyor. Bu ne demek peki? Kaçmak istediğin bir şey olduğunda kitaplara sığınıyorsun ya, onu yapamıyor. 

Şimdi arkana yaslan ve düşün. 

Lütfen teşekkür et, bencillik etme...


2 Temmuz 2013 Salı

Özgürlük Direnişte!

31 Mayıs akşamında dahil olduğum, özgürlüğüm için savaştığım (resmen savaşmaktı, polis vs. ben), bugünleri yaşadığım için gururlanmama sebebiyet veren Gezi Direnişi'ni ve akabinde gerçekleşen LGBTT Onur Yürüyüşü'ne dair kendim çektiğim fotoğrafları sizinle paylaşmak istedim, biraz yorumlarım da olacak elbet.

Neden oradaydım? İlk başlarda temel sebebim elbette Gezi Parkı'nın park olarak kalmasıydı. Lakin gönlümüzce oturup, bizden hiçbir karşılık beklemeden kucaklayacak bir parka hangimizin ihtiyacı yok ki? Ufacık bedenlerden, bastonuyla yıllara meydan okumuş dedelere/anneannelere kadar herkesin olduğunu düşünüyorum. 

Çimlerin, güneşin tadını çıkaran çocukların, parka uçaksavar mermilerinin koyduğunu da söyleyebiliriz yoksa orada başka ne yapabilirler ki?
             


31 Mayıs akşamı işten çıktıktan sonra bir an önce Taksim'e gitmeliydim. Bir gece önce ve gün içerisinde yaşanan polis terörüne ben dahil olmak üzere herkes 'dur' demek zorundaydı. Annem, babam ve ablamdan defalarca aldığım gitme uyarılarına rağmen Cihangir'e gelmiştim. Meydana ulaşmak istiyordum, ne olursa olsun çıkmalıydım. Yoğun gaza maruz kalarak ve ara sokakları zorlayarak Burger King'in oraya gelmiştim. Gördüğüm manzara gerçekten hayret vericiydi. Her cuma tıklım tıklım olan Atatürk Heykeli'nin orası bomboştu, polislerin tamamı Burger King'in biraz daha aşağısında, İstiklal Caddesi'nde direnişçileri gaza boğmakla meşguldü. Biz 15-20 kişi gördüklerimize inanamayarak olan biteni izleyip, biraz da dinlenirken nereden geldiğini anlayamadığımız çok yoğun bir gaza maruz kaldık, beni kolumdan tutup içeri saklayan ıslak hamburgerci amca ise beyaz atlı prensim. (Kızılkayalar yerine onun yanındakini tercih edelim! Gerçi Kızılkayalar hala kapalı değil mi? kıh kıh kıh) 


Gücümüz, enerjimiz bitmiş eve dönmeye niyetlenmişken kuşatılmış olduğumuzu farkettik. Dolmabahçe'de de polisler tarafından karşılandıktan sonra ara sokaklardan eve ulaştım. Canım acımıyordu sebepsiz ağlıyordum. 80'leri yaşamış insanların yaşanmışlıklarını dinlerken o dönemde yaşamalıydım diyen bir insan olarak artık benim de anlatabileceklerim vardı. Tanımadığım kimseler tarafından kurtarılmış, korunmuş, burnum silinmiş, elim tutulmuştu. Tanımadığım kimselerle tek ortak noktam 'özgürlük aşığı' olmamızdı.

O gece eve gittiğimde aslında sebeplerimin polis teröründen ve Gezi Parkı'ndan çok daha derin olduğunu farkettim. (Dış mihrak ben olabilir miyim?) Ben kendimi özgür hissetmiyordum, üzerimde yoğun bir baskı vardı. Ben 3 çocuk doğurmak istemiyordum, ben televizyona çıkan başbakan tarafından azarlanmak istemiyordum, ben eşitlik istiyordum, savaşmak istemiyordum, insanlar ölsün istemiyordum. Ben güçlü ekonomi de istemiyordum ki! (Çünkü servetine servet katanlardan değilim.) Tam olarak ne istediğimi Gezi'de hissettiğim atmosfer sonrası anladım. Ben paradan daha değerli olan insanın önemsenmesini istiyor, paranın geçmediği bir dünya hayali kuruyordum.

Birçok insan yaralandı, hayatını kaybedenler oldu. Twitter'dan müthiş bir haberleşme ağı kuruldu. Yaralanan hayvanlar ve insanlar için adresler paylaşıldı, insanlar tanımadığı kimselere evlerini açtı, karınlarını doyurdu, yaralarını sardı. Kedim de desteğini esirgemedi. 


Gezi Parkı'nda gördüğüm en güçlü grup LGBTT idi. Gittikleri yer neşeleniyor, pozitif enerjileriyle yaşadığımız kötü günlere dair izleri bir an için unutturuyorlardı. Gündüz Gezi Parkı'nda dans eden bir bireyi akşam Halk TV'den Akaretler'de polis ile çatışırken görebiliyor, onun için endişelenebiliyordum. Tanımadığım kimseler için endişelenebiliyordum. 


Kesinlikle müdahale olmayacağının belirtildiği bir gün Gezi Parkı tekrar polis tarafından kuşatıldı. Emeklerle kurulan çadırlar yerle bir edildi, Gezi Mutfak'tan eser kalmamıştı. İnanır mısınız bilmem ama polisin coplarla vurup devirdiği her çadırın acısını vücudumda hissettim. 

Başbakanın konu ile yapmış olduğu konuşmalara değinmek istemiyorum. Biliyorsunuz işte camide içki içtik, grup seks yaptık, ayakkabılarımızla girdik, türbanlı kadına saldırdık ve daha niceleri... Biz kötü çocuklarız, çocuklar.

Konuşabildiğimizi öğrendik, her şeyden önce, tüm ideolojilerden bir adım önde insan olduğumuzu farkettik. Forumlarda birbirinden farklı, apayrı düşünceler dile getiriliyor, beğenmiyorsanız kollarınızı çarpı yapıyorsunuz. Ses yok, gürültü yok, kavga yok, tartışma yok!

Geçtiğimiz pazar günü yani 30 Haziran'da LGBTT'nin Onur Yürüyüşü düzenlendi. Ne kadar kalabalık olduğunu fotoğraflardan gördünüz sanıyorum. Dünyanın en güzel gökkuşağı o gün Taksim'den görülebiliyordu. Rengarenk giyinmiş bireyler şarkılar, alkışlar ve sloganlar eşliğinde dans ediyor ve yürüyordu. 






Ve son olarak da paylaşmak isterim ki: tık!






8 Şubat 2013 Cuma

Delirmedim

Bazen bana öyle geliyor ki kalbim, beynim, gözlerim, burnum, kulaklarım, parmaklarım bana oyun oynamak için anlaşmışlar. 

Beynim söz vermiş sanki kalbime, "Bu aralar susuyorum, benim de kısa bir tatile ihtiyacım vardı zaten. Ne istersen yapabilirsin. Tüm kararları sen al. Karışmayacağım, karıştırmayacağım. Hatta ben sinirleri de alıp gideyim, sinirlenemesin daha iyi olur." Kalbim bu rahatlığı çok sevmiş olacak ki arada vücudumda gezintiye çıkıyor. Çok değil 1-2 saat önce beynimin oralarda attığını hissettim.

Ya parmaklarımın kulaklarıma söylediklerine ne demeli? "Sen hiç merak etme. Müzik dinlemek istediği an zaten Youtube'a ya da Fizy'e giriyor. Ben istediğini yazmasını engelleyeceğim, hep aynı şarkıları dinlesin, dinlesin ki beyninin yokluğunu farketmesin, uyuşsun."

Burnum desen çoktan özgürlüğünü ilan etmiş durumda. "İster kahve kokla ister parfüm. Ben istemediğim sürece gitmeyecek bu koku. Bence boşuna yorma kendini. Belki tadını çıkarmaya bakmalısın." Tamam, pes ettim zaten. Tadını çıkarma konusuna gelecek olursak pek başaramıyorum sanırım.

O gözlerin duvara sürekli boş boş bakmasına değinmek bile istemiyorum. Ölürken değil miydi yaşanan her şeyin gözlerin önünden geçmesi olayı? Neden her gün sil baştan yaşıyorum öyleyse? 

En komiği de "onu anmayın, söylemeyin, hayır bu konuyu konuşamayız, hayır oraya gidemeyiz, işte tam şurasıydı" cümleleri arkasından gelen "kızlaaar" narası ve üzülmüş surat. 

Kısacası kendimi anlayamıyorum.

Bu arada organlarımı konuşturmuş olabilirim ama delirmedim.

Parmaklarım yine oyun oynadı.