2 Temmuz 2013 Salı

Özgürlük Direnişte!

31 Mayıs akşamında dahil olduğum, özgürlüğüm için savaştığım (resmen savaşmaktı, polis vs. ben), bugünleri yaşadığım için gururlanmama sebebiyet veren Gezi Direnişi'ni ve akabinde gerçekleşen LGBTT Onur Yürüyüşü'ne dair kendim çektiğim fotoğrafları sizinle paylaşmak istedim, biraz yorumlarım da olacak elbet.

Neden oradaydım? İlk başlarda temel sebebim elbette Gezi Parkı'nın park olarak kalmasıydı. Lakin gönlümüzce oturup, bizden hiçbir karşılık beklemeden kucaklayacak bir parka hangimizin ihtiyacı yok ki? Ufacık bedenlerden, bastonuyla yıllara meydan okumuş dedelere/anneannelere kadar herkesin olduğunu düşünüyorum. 

Çimlerin, güneşin tadını çıkaran çocukların, parka uçaksavar mermilerinin koyduğunu da söyleyebiliriz yoksa orada başka ne yapabilirler ki?
             


31 Mayıs akşamı işten çıktıktan sonra bir an önce Taksim'e gitmeliydim. Bir gece önce ve gün içerisinde yaşanan polis terörüne ben dahil olmak üzere herkes 'dur' demek zorundaydı. Annem, babam ve ablamdan defalarca aldığım gitme uyarılarına rağmen Cihangir'e gelmiştim. Meydana ulaşmak istiyordum, ne olursa olsun çıkmalıydım. Yoğun gaza maruz kalarak ve ara sokakları zorlayarak Burger King'in oraya gelmiştim. Gördüğüm manzara gerçekten hayret vericiydi. Her cuma tıklım tıklım olan Atatürk Heykeli'nin orası bomboştu, polislerin tamamı Burger King'in biraz daha aşağısında, İstiklal Caddesi'nde direnişçileri gaza boğmakla meşguldü. Biz 15-20 kişi gördüklerimize inanamayarak olan biteni izleyip, biraz da dinlenirken nereden geldiğini anlayamadığımız çok yoğun bir gaza maruz kaldık, beni kolumdan tutup içeri saklayan ıslak hamburgerci amca ise beyaz atlı prensim. (Kızılkayalar yerine onun yanındakini tercih edelim! Gerçi Kızılkayalar hala kapalı değil mi? kıh kıh kıh) 


Gücümüz, enerjimiz bitmiş eve dönmeye niyetlenmişken kuşatılmış olduğumuzu farkettik. Dolmabahçe'de de polisler tarafından karşılandıktan sonra ara sokaklardan eve ulaştım. Canım acımıyordu sebepsiz ağlıyordum. 80'leri yaşamış insanların yaşanmışlıklarını dinlerken o dönemde yaşamalıydım diyen bir insan olarak artık benim de anlatabileceklerim vardı. Tanımadığım kimseler tarafından kurtarılmış, korunmuş, burnum silinmiş, elim tutulmuştu. Tanımadığım kimselerle tek ortak noktam 'özgürlük aşığı' olmamızdı.

O gece eve gittiğimde aslında sebeplerimin polis teröründen ve Gezi Parkı'ndan çok daha derin olduğunu farkettim. (Dış mihrak ben olabilir miyim?) Ben kendimi özgür hissetmiyordum, üzerimde yoğun bir baskı vardı. Ben 3 çocuk doğurmak istemiyordum, ben televizyona çıkan başbakan tarafından azarlanmak istemiyordum, ben eşitlik istiyordum, savaşmak istemiyordum, insanlar ölsün istemiyordum. Ben güçlü ekonomi de istemiyordum ki! (Çünkü servetine servet katanlardan değilim.) Tam olarak ne istediğimi Gezi'de hissettiğim atmosfer sonrası anladım. Ben paradan daha değerli olan insanın önemsenmesini istiyor, paranın geçmediği bir dünya hayali kuruyordum.

Birçok insan yaralandı, hayatını kaybedenler oldu. Twitter'dan müthiş bir haberleşme ağı kuruldu. Yaralanan hayvanlar ve insanlar için adresler paylaşıldı, insanlar tanımadığı kimselere evlerini açtı, karınlarını doyurdu, yaralarını sardı. Kedim de desteğini esirgemedi. 


Gezi Parkı'nda gördüğüm en güçlü grup LGBTT idi. Gittikleri yer neşeleniyor, pozitif enerjileriyle yaşadığımız kötü günlere dair izleri bir an için unutturuyorlardı. Gündüz Gezi Parkı'nda dans eden bir bireyi akşam Halk TV'den Akaretler'de polis ile çatışırken görebiliyor, onun için endişelenebiliyordum. Tanımadığım kimseler için endişelenebiliyordum. 


Kesinlikle müdahale olmayacağının belirtildiği bir gün Gezi Parkı tekrar polis tarafından kuşatıldı. Emeklerle kurulan çadırlar yerle bir edildi, Gezi Mutfak'tan eser kalmamıştı. İnanır mısınız bilmem ama polisin coplarla vurup devirdiği her çadırın acısını vücudumda hissettim. 

Başbakanın konu ile yapmış olduğu konuşmalara değinmek istemiyorum. Biliyorsunuz işte camide içki içtik, grup seks yaptık, ayakkabılarımızla girdik, türbanlı kadına saldırdık ve daha niceleri... Biz kötü çocuklarız, çocuklar.

Konuşabildiğimizi öğrendik, her şeyden önce, tüm ideolojilerden bir adım önde insan olduğumuzu farkettik. Forumlarda birbirinden farklı, apayrı düşünceler dile getiriliyor, beğenmiyorsanız kollarınızı çarpı yapıyorsunuz. Ses yok, gürültü yok, kavga yok, tartışma yok!

Geçtiğimiz pazar günü yani 30 Haziran'da LGBTT'nin Onur Yürüyüşü düzenlendi. Ne kadar kalabalık olduğunu fotoğraflardan gördünüz sanıyorum. Dünyanın en güzel gökkuşağı o gün Taksim'den görülebiliyordu. Rengarenk giyinmiş bireyler şarkılar, alkışlar ve sloganlar eşliğinde dans ediyor ve yürüyordu. 






Ve son olarak da paylaşmak isterim ki: tık!






8 Şubat 2013 Cuma

Delirmedim

Bazen bana öyle geliyor ki kalbim, beynim, gözlerim, burnum, kulaklarım, parmaklarım bana oyun oynamak için anlaşmışlar. 

Beynim söz vermiş sanki kalbime, "Bu aralar susuyorum, benim de kısa bir tatile ihtiyacım vardı zaten. Ne istersen yapabilirsin. Tüm kararları sen al. Karışmayacağım, karıştırmayacağım. Hatta ben sinirleri de alıp gideyim, sinirlenemesin daha iyi olur." Kalbim bu rahatlığı çok sevmiş olacak ki arada vücudumda gezintiye çıkıyor. Çok değil 1-2 saat önce beynimin oralarda attığını hissettim.

Ya parmaklarımın kulaklarıma söylediklerine ne demeli? "Sen hiç merak etme. Müzik dinlemek istediği an zaten Youtube'a ya da Fizy'e giriyor. Ben istediğini yazmasını engelleyeceğim, hep aynı şarkıları dinlesin, dinlesin ki beyninin yokluğunu farketmesin, uyuşsun."

Burnum desen çoktan özgürlüğünü ilan etmiş durumda. "İster kahve kokla ister parfüm. Ben istemediğim sürece gitmeyecek bu koku. Bence boşuna yorma kendini. Belki tadını çıkarmaya bakmalısın." Tamam, pes ettim zaten. Tadını çıkarma konusuna gelecek olursak pek başaramıyorum sanırım.

O gözlerin duvara sürekli boş boş bakmasına değinmek bile istemiyorum. Ölürken değil miydi yaşanan her şeyin gözlerin önünden geçmesi olayı? Neden her gün sil baştan yaşıyorum öyleyse? 

En komiği de "onu anmayın, söylemeyin, hayır bu konuyu konuşamayız, hayır oraya gidemeyiz, işte tam şurasıydı" cümleleri arkasından gelen "kızlaaar" narası ve üzülmüş surat. 

Kısacası kendimi anlayamıyorum.

Bu arada organlarımı konuşturmuş olabilirim ama delirmedim.

Parmaklarım yine oyun oynadı.


6 Şubat 2013 Çarşamba

Neler Öğrendim?

Sanki her sabah güneş yeni bir şeyler öğrenmemiz için doğuyor. Yapamam dediklerimizi yapıyor, diyemem dediklerimizi diyor, sevemem dediklerimizi seviyor, unutamam dediklerimizi de hiç dememişçesine unutuyoruz. Çok uzun bir süre sonra değil, güneş birkaç kez daha doğup battıktan sonra ya gülümsüyor ya da okkalı bir küfür savurup yolumuza devam ediyoruz. Yolumuza devam ediyoruz...

Peki, güneş doğdu ve battı. Ben neler öğrendim?

Mutluluğun bir pamuk ipliğine bağlanmış olduğunu,
Mutsuzluktan korkmadığımı,
Hayatın uzun süredir benden hıncını almak için hazır beklediğini,
"Ben biliyordum, hissetmiştim" diyememenin insanı daha fazla üzdüğünü, 
Üzülmekten de korkmadığımı,
İyiliğin nasıl olacağını herkesin bildiğini ama kötülük hakkında kimsenin en ufak bir fikrinin bile olmadığını,
Mutsuzluğun bulaşıcılığını,
Mutluluğun nazlılığını,
Müziklerin üzdüğünü,
Orhan Pamuk'un gri değil mavi olduğunu,
Hayalini kurduğun geleceğin 5 dakikada üzerini karalayabildiğini,
Hayatta hiçbir zaman hiçbir güçlü kadının duş sonrası kendine gelip yenilenemediğini,
Sinirin, stresin saldırganlığını,
Acı eşiğimin 5 yıl öncesine göre yükseldiğini,
Kedilerin bakışlardan anladığını,
Yürümenin ve yemek yapmanın terapistliğini,
Kimi zaman alışverişin bile yetersiz olduğunu,
Ne olursa olsun hayal kurmaya devam ettiğini,
Ve bazen duaların bile kabul olmadığını...

Yeni bir günün bana ne öğreteceğini ise hiç mi hiç merak etmiyorum.



19 Ocak 2013 Cumartesi

15:15 Kadıköy - Beşiktaş Vapuru


Denizsiz Ankara'dan...

Vapurda kesinlikle yalnız olduğunuzu düşünmeyin. Hayat, vapurun peşine takılan martıların kalbini kırıp daha sonra geri kazanmaya çalışmanıza izin vermeyecek kadar kısa olabilir. 

Yolculuğunuz boyunca size eşlik edecek olan martıların hediyesi simidi unutmamak gerek.

Kitap okumayın. Okuyacağım diyorsanız her sayfada kafanızı kaldırıp camdan bakmayı ihmal etmeyin.

Gökyüzünün mavisine, denizin dalgasına, Kız Kulesi’nin zarafetine âşık olmamak için karşı koymayın.

Âşık olmak demişken vapura sevgilinizle binin.

Rüzgâr saçlarınızı savururken kahkaha atın. Sesli sesli gülümseyin.

Ayağınızı demirlere koyup fotoğraf çekin. Evet, bunu yapın.

Bardakların ne kadar iyi yıkanıp yıkanmadığını düşünmeden çay için.

Telefonla konuşmayın.

Hayata mola verin.

Vapur yanaştığında hemen ayağa kalkmayın. Ayağa kalkıp koşmaya başlayanların hikâyelerini düşünün. (Belki patrondan azar işitecek ya da doktor randevusuna geç kaldı.)

Ve tüm bunları yaparken kulağınızda en sevdiğiniz melodi olsun. Mesela şu. Mutluluktan da gözleriniz dolsun.

Sevgiler,

11 Ocak 2013 Cuma

Sahaf Olacağım

50 yaşına kadar yaşayabilirsem sahaf olacağım. 

Kadıköy'de şöyle tam Moda'ya çıkarken küçücük bir dükkanım olacak. Kapısında korkulu bir çeteyi andıran şişko kediler... Kimisi kitapların üzerinde keyfine bakarken sırnaşık olanlar da girip çıkanların bacaklarına sürtünecek. Hata yapıp sevenlerin kucağına çıkacak arsızca. Ben tam bu sırada güleceğim. 

Her an çay olacak dükkanımda. Gelip gençliğimde okuduğum kitapları inceleyenlere ikram edeceğim. Daha fazla kalmalarını sağlayacağım. Tartacağım onları. İyi bakamayacağını hissedersem satmayacağım kitabı. Üzgünüm diyeceğim ama sevineceğim. 

Herkesi sohbetimle bunaltacağım belki de. Hükümete söveceğim ya da hükümeti öveceğim. Siyasi düşüncelerimi hemen belli edeceğim sevmeyen gelmesin. Etrafımdakiler kızacak bana. Çatlak diyorlar sana diye uyaracaklar beni. Banane diyeceğim.

İşte o zaman sigaraya başlayacağım. Gelenlere ikram etmek keyifli olur gibi geliyor. Kimse olmadığında dükkanımın kapısında oturacağım ve yakını görmeyen gözlerimin dermanı olmuş gözlüklerimle okumaya devam edeceğim.

Veresiye defterim olacak. Belki isimleri yazılı olanlar bir daha hiç uğramayacaklar yanıma kim bilir... Olsun, paraları mezara götüremeyeceğim ne de olsa diyeceğim.

Her gelene nereli olduğunu soracağım ve cevabı ne olursa olsun "hemşehrimsin benim" diyeceğim. O zaman da bir kadın olarak bir ülke istemeyeceğim ve tüm dünya benim ülkem olacak çünkü.

Sevdiğim yazarların, şairlerin köşeleri başka olacak. Düzenli, pırıl pırıl. Bozanlara kızacağım. Kazara O'nu sevmediğini, çok demode bulduğunu söyleyen 2020 doğumlu gençleri kovacağım.

Ve daima var ile yok arası bir müzik çalacağım.

8 Ocak 2013 Salı

Kitaphane

Perdeyi sonuna kadar açmış dışarda yağan karı izlerken birden "acaba nelerden vazgeçemem?" diye düşündüğümü farkettim. Bu işi fazla önemsemiş olacağım ki kendimi odamda etrafıma bakınırken buldum. Meğer her şeyi tek kalemde silip atmaya o kadar meraklıymışım ki...

Aklımın ucundan dahi geçmeyen kıyafetler ve ayakkabılar elbette bu listeye giremedi. Bir tayt ve bir kazakla gezebilir miydim acaba her gün? Çocukluğumdan beri sistemin bana, aileme ve tüm topluma dikte ettiği "tüketim"den ben de nasibimi almış olmalıyım ki tam bir karara varamadım ama benim için en azından şimdilik önemli değillerdi. 

Gençliğimden mi kaynaklanıyor nedir bu karelerin hepsi benim aklımda deyip tüm fotoğraflardan da vazgeçtim bu esnada. Bu beni vefasız yapar mı acaba?

Hiç kullanmıyor olsam bile kitaplığın en üst rafında duran daktiloyu kimselere veremem. Her gözüme çarpışında, aklım kitaplarını bayılarak okuduğum yazarlara gidiyor. Parmakları acımıyor muydu acaba sert sert vuruşlarda? Peki ya yan odada uyuyan Nuriye Öğütçü sesten rahatsız olmuyor muydu? Kızmıyor muydu Raşit Öğütçü'ye çocukları uyandıracaksın diye?

Kızmıyordu bence. Her neyse karı-koca arasına girmeyeyim ben şimdi.

İşte vazgeçemediklerim oradaydı. Kitaplık mı kütüphane mi arasında kalarak adlandırdığım "kitaphane". Her geçen gün daha fazla paramı sahaflara, kitapçılara bıraktığımı artan sayılarından anlamak mümkündü. 

Ama bir de tutkunu olduklarım var ki sizler için bir kısmının fotoğrafını çektim. 



İletişim Yayınları sizce de çok özel değil mi? Her kitap gibi bu kitaplar da uzun uğraşlar sonrası ince ince dokunarak yazılmış. Belki de ağırlıklı olarak "duygulardan arındırılmış" kitaplar olarak tanımlarsam yanılmış olmam. Hatta bir öneride de bulunmak gerekirse, üşenmez Cağaloğlu'na giderseniz %3o indirimle sahip olabilirsiniz. 





Varlık Yayınları'nın kitapları ise benim için çok başka. Acaba kaçıncı sahibiyim bu kitapların?  Kim bilir yazarları ne zorluklarla kurdu cümleleri. Nereye sürgün edilmişti yahut hangi hapishanede bulunuyordu? Bu kitaplar bunun için çok değerli. Ve öyle kokuyorlar ki siz kitabı bitirip rafına geri koyuyorsunuz, aradan aylar geçiyor kitap aklınıza geliyor ve burnunuzda sarı saman kağıdın kokusu. İçinize işlememiş mi?

Vazgeçemediklerimden kaynaklanıyor olacak ki Cevahir, İstinyePark, MetroCity her ne varsa üzerini karaladım. Tüm kalabalığına, aceleyle oradan oraya koşan, yetmezmiş gibi omzunuza çarpıp özür bile dilemeyen insanlarına rağmen Taksim ve Kadıköy kalsın benimle dedim. Belki biraz gezer ve 2 liraya çay içeriz. 

Hala kar yağmaya devam ediyor. Şimdi de kar olmazsa olmazmış gibi geldi. 

Her yer bembeyaz olursa herkes yürüyüşe çıksın olur mu? Sonra ayak izlerimizin fotoğraflarını çekip yollarız. Anılar güzeldir ne de olsa.

Şimdilik hoşçakalın.